Hakimiyet-i Siyasiden Türkiye Cumhuriyetine
Osmanlı İmparatorluğu’nun devletler dengesindeki konumunu belirlemek açısından baktığımızda, 19 ve 20. yüzyıl dönemecinde uluslararası ilişkilerde belirleyici bir işlevselliği olan “hakimiyet-i siyasiye sistemi”ni anlamamız gerekecektir: Şöyleki; imparatorluğun milliyetleşmelere ve millî kültürlerin gelişmesine uygun siyasal iklim içerisinde ayrılık isteyen bir etnik unsur, özerklik/muhtariyet ve/veya bağımsızlık talebiyle merkezle çatışmasını son kerteye getirince; genellikle Balkanlar’da düzenleyici bir rol üstlenen Batılı devletler derhâl harekete geçerler; sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nu bu ayrılma konusunda bazı koşullar karşılığında razı ederlerdi.
Ayrılıkçı ülke teorik olarak Osmanlı’ya bağlı kalacak, zamanla ikili ilişkiler iç hukuk sisteminden çıkarak uluslar arası hâle getirilecekti. Bu işleyişin garantörü de Batılı devletler olacaktı.
Türkiye’nin yüzyıl dönemecindeki uluslararası siyasetteki yerini saptamak açısından Türkiye, Ruslara karşı durabildikçe Avrupa kendisine dost idi; fakat Türkiye’nin bu iktidarı/gücü zayıfladıkça ve Avrupa’nın arzusuyla istenilen zamanda Rusya ile savaşa girmek istememesi sonucu Avrupa, Türkiye’yi gözden çıkardı. Nitekim, zaman geçtikçe diğer Balkan hükûmetleri, Rusya’ya karşı Türkiye’nin yerini tutabileceklerini Avrupa’ya gösterdiler. Balkan hükûmetlerinin Osmanlı’nın mirası üzerinde topraklarını genişletmeleri, Rusların Boğazların kontrolünü ele geçirmesi korkusunu da ortadan kaldırıyordu. Karadeniz’in Batı kıyılarında güçlü engeller meydana getirileceğinden Türkiye tarafından da bir zarar gelmesi düşünülemezdi. Balkan hükûmetinin Boğazlara yaklaşması, Rusya için daha tehlikeliydi; çünkü, Rumlardaki İstanbul hayali, bütün Rumların ve Doğu Hıristiyanlarının Rusya’ya değil Avrupa’ya yönelişini beraberinde getirecekti.
Aynı değerlendirmede yansıtıldığı biçimiyle 1881’de suikastle öldürülen II. Aleksandr’ın yerine geçen III. Aleksandr, Avrupa’nın izlediği politikalara tepki niteliğinde Osmanlı-Rus çatışmasından kaçınmıştır. Avrupalı güçlerin Balkanlar’daki “prenslikler” kurma girişimine karşı, Aleksandr, Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünden yana bir siyaset izlemiştir. Batılı Güçlerin perspektifleri açısından söz konusu yaklaşımda belirtilen amaç, Balkanların yerel hükûmetlere bölünmesiyle Rusya’ya yaklaşan güçlü bir Osmanlı’nın tercih edilmemesiydi.
Batı diplomasisi Türkiye üzerine 1890’dan itibaren iki ana temada özetlenebilen bir tutum geliştirdi:
-Türkiye’nin Rusya ile birleşmesine meydan vermemek.
-Türkiye’yi yıkarak yerine Rusya’ya düşman olmak üzere daha emniyetli bir Hıristiyan hükûmeti ikame etmek.
Doğu’da Avrupa bakış açısı ile Rusya bakış açısı genelde birbiriyle çatışmaktadır; çünkü, Avrupa’ya göre Boğazlar, genelde Rusya’nın düşmanı elinde bulunmalıdır. Bu tez Avrupa’da ahengi düvel-devletler dengesi-combominium denilen bir siyaset ortaya çıkarmıştır; yani hiçbir devlet tek başına Türkiye ile dost olmamalıdır teorisi geliştirilmiştir. Böyle bir açıdan bakıldığında, Türkiye’yi parçalamak, Avrupaca icrası oldukça ciddî sorunlar doğuracak bir meseledir. O nedenle bu işi Rusya’nın yapabileceği gibi tatlı bir ümit Avrupa’da hep vardır.
Osmanlı tarihinde “hakimiyet-i siyasiye” diye tanımlanan bu sistemin örnekleri ve modelleri az değildir. Özel ayrıcalıklar/imtiyazat-ı mahsusa verilerek özel statülü konuma kavuşturulan uygulamalarla, yaklaşık iki yüz yıllık bir sürede Osmanlı’nın içi boşaltılmış bir egemenliğe zorlandığı ve hattâ egemenliğinin, söz konusu sistemce sıfıra indirildiği gözlenmiştir. Bu bağlamda en etkili operasyon Girit üzerinde yapılmış; Şarkî Rumeli Vilâyeti, Bulgaristan Prensliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs ve Mısır’ın elden çıkması hakimiyet-i siyasiye modeliyle dayatılarak kopartılmıştır.
Geniş bir tarihsel perspektifle günümüzü anlama açıklama ve değerlendirme yaparak konuya açıklık getirmek gerekirse; 19. yüzyıl dönemecinde Batılı devletlerin tıpkı Osmanlı İmparatorluğu’na dayattıkları adına reform denilen uygulamaları sonucu Balkanlar’da Osmanlı’nın eliyle kurdurdukları Bulgaristan, Karadağ, Sırbistan devletleri gibi, Türkiye Cumhuriyeti’ne önce Irak’ın Kuzeyinde bir Kürdistan kurduracakları ve yirmi-otuz yıllık bir sürede Güneydoğu bölgesinin Irak’taki söz konusu oluşumla birleşmesinin temelleri atılmış olacaktı.
Türk toplumunun ülkemizin gündemindeki en önemli bir olay olarak görülen söz konusu gelişmeleri algılarken; son zamanlarda kimi yandaş yayın organlarında çıkan “Atatürk’ün Güneydoğu’ya özerklik vaat ettiği” biçimindeki, tarihî gerçeklerle bağdaşmayan kamuoyunu istedikleri yönde ısındırma girişimleri, Kuzey Irak oluşumunu yasallaştırmak ve PKK’ya meşruiyet kazandırmak amacına yöneliktir. Bu anlayış çerçevesinde değerlendirdiğimizde, ülkedeki ABD ve AB iradesine karşı çıkabilecek yurtsever tüm odaklar susturulmak istenmektedir.
Bu birbirleriyle bağlantılı olaylar silsilesinin, genelde bir toplumsal hareket şeklinde başlamadığı görülür. Bu hareketlerin ayırımsız hemen hemen tamamı, Büyük Güçlerin, Türkiye’yi parçalamaya yönelik girişimleri sonucu organize edilmiş, Türkiye’yi nüfuz alanlarına bölerek bağımsızlığına son vermek şeklinde plânlanmıştır. Bu amaca ulaşmak için Misyonerler, konsoloslar, basın ve terör örgütleri kullanılarak Türkiye’nin uluslar arası arenada saygınlığı aşağılanıp küçük düşürülerek parçalanması hızlandırılmak istenmiştir.
Bilindiği gibi, zor oyunu bozar ilkesi gereği Modern Türkiye’yi kuran irade; son dönem Osmanlı ümerasının teslimiyetçi/idare-yi maslahatçı siyasetine tepki olarak ve Büyük Güçlerin paylaşım projelerine başkaldırarak Sevr’in Altıncı Bölümünde Ermenilerin Türkiye’de devlet kurmaları şartını görmezden gelip, uluslararasılaştırılmak suretiyle Türkiye’ye dayatma aracı biçiminde kullanılan söz konusu Ermeni Meselesi’ni-beraberinde Kürt Meselesi’ni de-Lozan’da kökünden çözümlemiştir. Büyük Güçlerin küresel siyasetlerini anlamak açısından bugünkü Ermeni Meselesi ve Kürt Meselesi gibi sorunların arkasına sızarak olayları anlamaya çalıştığımızda, yaşadıklarımızın yine dış dayatmaların yansımalarından başka bir amaca hizmet ettiğini iddia etmenin sağlıklı bir yaklaşım olduğunu düşünemiyorum.
Tarihî süreçte değerlendirdiğimizde bilindiği gibi tarih, işbirlikçi zihniyetlerin akıbetlerini hayırla kaydetmemektedir. Görünen o ki, şimdilik Türkiye’nin dış politikasına yön vermek isteyen güçlerin mücadelelerinde maratonun kısa etabını, Ortadoğu’da ABD çıkarlarına hizmet edecek biçimde, adına Neo-Osmanlıcılık denen ve Türkiye Cumhuriyetinin anayasal sitemiyle hesaplaşmayı göze almış, tüm kurum ve kuruluşları kilitlemeye ve tasfiyeye odaklanmış ABD’ci ve AB’ci bir hizip önde götürmektedir. Burada şu soruyu sormak gerekmez mi? Anayasal düzeni hırpalayanları, tahrip edenleri ve Türkiye’yi etnik ve dinî “cemaatler” kalabalığına dönüştürenleri kim yargılayacak? Cemaatler anlayışı ile etnik ve dinî mozaikçi yapılar Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkan ana nedenler değil miydi?
Sonuç olarak; Soğuk Savaş sonrası süreçte ABD’nin Irak’a yerleşmesi, PKK’nın eylemleri ve Kuzey Irak’ta, Türkiye’yi ve bölgeyi tehdit eder nitelikte otonomi yönetiminin kurulması sonucu Türkiye’ye verilecek yeni uluslararası görevde, ülkenin bağımsızlığı konusunda duyarlı kadroların susturulmasına şaşılamazdı!
Tüm bu olumsuzluklara karşın enseyi karartmaya da gerek yok; çünkü Cumhuriyeti kuranlar, bir başka ifadeyle Atatürkçü duruş sergileyenler, ulusunun onuru, devletinin bağımsızlığı ve bireysel onuru en yüce değer olarak algılamışlardı. Onlar Millî Mücadele sürecinde büyüklü küçüklü 22 (yirmi iki) -çoğunu İngilizlerin tahrik ve teşvik ettiği- isyanlarla boğuştular. Ülkeyi parçalanmaya götüren dış güçlerin reçeteleriyle değil kendi öz iradeleriyle bağımsız devletlerini (Türkiye Cumhuriyeti Devleti) kurdular. İmparatorlukta ezilmiş, horlanmış ve siyasal kadrolardan tasfiye edilmiş Türk’ü ve Türklüğü yeniden inşa ve ihya ettiler.